Gammaz Yürek: Çıtırtılardan Bir Senfoni

*09.01.2009. Maçka Parkı. Meryem’e. 

İlk kar tanesinin gökyüzünden süzülerek alçalıp dilinin üstüne düşüşünü bekledi. Ağzı ardına kadar açık. Bir takas gibi düşünüyordu bunu. Zamanında tohumları en derine işlediği için içini doldurmayan, ama hep orada var olan, mevsim dönümlerinde, ya da mesela terk edildiğinde, çiçek coşturan sıkılmış gibi dallarını gürbüz kırbaçların edasıyla şaklatan karanlığın kömür karası polenleri ağzından dışarı havaya karışırdı. Karşılığında da bir parça kar tanesi. Bembeyaz. Beyazlığa özendiğinden değil. İçindeki o bol telveli, bol tevekkeli, bol teessürlü karanlığın tonunu açmak için. Saçlarına aklar, karanlığına aklar. Düşsün düşebildiği kadar.

Okumaya devam et

Tren Geçiyor

Gün ağarmaya yüz tutmuş, puslu bir turuncu, leziz bir krema gibi göğün yüzeyine saçılmış. Hava çok soğuk, öyle soğuk ki kulak memelerini kontrol ediyor; nereden duymuştu, hatırlamıyor, ama içine işleyen soğuk kulak memelerinin donup düşmesine neden olabilirmiş, sıcak bir ortama girdiğinde etin çözüldüğü zaman kan boşalırmış. Pek inanası gelmiyor buna, ama ne olur olmaz.

Gri ve ağır bir kek kalıbı gibi görünen köprünün altına giriyor, bu saatte ne bu kalabalık, herkes bu lezzetsiz kekin bir malzemesi gibi; dönüp, çarpışıp, birbirine .karışıp, duyma yetisini olumsuz etkileyen bir uğultu halinde akışkan bir görüntüye bürünüyor. Adeta otomatik adımlarla sağ taraftaki eski püskü pastaneden içeri dalıyor, duvarları örten beyaz karolar tüm ışıltısını yitirmiş, kimi yerlerde sinek cesetleri minyatür bir suç mahallinin kurbanları gibi hareketsiz duruyor. Ama koku öyle dayanılmaz ki. Fırından yeni çıkmış, son derece sağlıksız, ama damak şölenine davet eden, üstü susam kaplı, ilk ısırıkta içindeki kaşarın kendini dışarı attığı, pamuk gibi poğaçalar. Son zamanlarda iyice yuvarlanıp varlığını huysuz bir komşu gibi hissettiren göbeğine inat bir tane poğaça alıp kek hamurunun içine yeniden dalıyor.

Okumaya devam et

Uçak Geçiyor

Gün ne güzel, Anka’nın kanadından alevi alıp yeryüzüne taşımış gibi sıcacık, son cemre düşmüş ama sanki küçücük bedenine, gövdesinin en yumuşak yerine.

Saçlarını yeni kestirmiş, Bendeniz’e özenmiş de küt kestirmiş, tombul suratı ve kocaman gözleri çıkmış ortaya. Binanın girişindeki beyaz mermerlerin ortasına basmaya dikkat ederek ilerliyor, kendi hayal dünyasında mayın dolu bir tarlada; çizgiye basarsa dünyanın uzak köşelerinde bir tek boynuzlu at ölüverir. Ellerinin üzerindeki siğillere bakıyor bir yandan, başparmağının üzerinde kocaman bir tane, kurbağa prensmiş o meğerse; alnından öpmüş anacığı da minicik bir prens olmuş.

Okumaya devam et

Yani diyorum ki…

Eğer anlatırsam açık yara olacağım, her an herkes tuz basabilir üstüme; kokmam o zaman, ama canım acır. Ben de ne yapayım, konuşarak susmayı öğrendim. Çünkü Poe’nun öykülerinde de olduğu gibi; saklamak istediğin şeyi göz önünde tut. Kendin var olmadığına inanırsan belki bir gün gerçekten yok olabilirsin.

Eğer anlatırsam çıplak kalacağım ve göbeğim var. İçine tüm karanlık anlarımı doldurduğum yumuşak bir karın. Gözlerimi aldığından karanlık, ışıksız uyuyamıyorum. Duvara yansıyan gölgelerde kimsenin duymadığı fısıltılar var. Parmak ucuma kadar uzanıp tüm sinir uçlarımı kendine getiren, tırnaklarımdan içeri, ta içeriye akan, gövdemin ortasında şişman bir bakkal gibi oturan ve benden varoluşumu perakende satmamı isteyen bazı şeyler… Şeyler çünkü, biraz şeyler, anlarsınız ya, isim vermek istemediğiniz ama bir ismi olsa kontrolünü ele alabileceğinizi hissettiğiniz şeyler. İşte o şeyler, hepimiz o şeylerden geldik, o şeylere gideceğiz. Midemizde kaynayan kızıl şarap dışarı rengarenk havaifişekler gibi fışkırırken biz sarhoş olduk sanıp kontrolü ele almaya çalışacağız, çünkü anlatırsam öykü olur, anlatırsam söz olur, bir sonu olur, ben sonu gelmesin istiyorum.

Yani diyorum ki, bir gün olur da ölüm döşeğine düşersem, etrafımda insanlar olursa, onlara söyleyeceğim ve herkesin aklına mıh gibi çakılacak bir sözüm olmayacak. Ben söz olmuşum, dil sizin olsun. Şaşaalı sözler, gerçek aşkın öpücüğü ve kurbağaya dönüşen prensler sizin olsun. Bu ömür benimdi, çok güzel çarçur ettim, öyle güzeldi ki, buruşturduğun kağıdın kendi halindeliğine kapılıp düzeltmeye çalışmamak kadar güzel.

Yani diyorum ki, ben buraya dans etmeye geldim, sözcüklerle ve insanlarla ve olgularla ve geçmişle ve gelecekle. Ayağımı toprağa vurduğum yerden size renk, bana dehşet doğar. Ben bu toprağa düşersem, önce dizim vurur, sonra gövdem, sonra sırtım, kurtların ziyafeti olmaya razıyım, Tengri de razı olsun.

Ben bu toprağa düşersem ateşle karın tüm öykülerimi, ateşle karın doğmamış üç oğlan çocuğumu, peşimizden el sallayın, biz gideriz serin ve sessiz bir nehrin belinden aşağı, okyanusun göz yaşına.

Yani aslında ben demiyorum, ben kendimi var olmadığıma ikna ediyorum.

 

Vitasolos’un Kederi

Derler ki, Ofelya Kayalığı’nın ayak uçlarında, yaşı dünyaların hepsinden geçkin bir ağacın kökleri uzanırmış . Tüm canlılar ona Vitasolos diye seslenirmiş; yaprakları suyun buza karıştığı zamanlarda bile yemyeşil kalır, inci taneleri gibi ışıldayan, sararmış dalları toprak yüzü görmezmiş. Gün ışığı altında dans eden dereler sararmış dört bir yanını; çimenler onun gövdesine bir kez olsun dokunabilmenin hayaliyle ömürlerini tüketirlermiş. Fersahlarca öteden mırıldandıkları ninnilerle polen toplamak için seferber olan arılar, üzerine kondukları çiçeklerin yamacında kendi işlerini unutur, mis gibi kokan taç yaprakların üzerinde huşu içinde Vitasolos’u izlerlermiş. Hiç meyve vermeyen bu ağacın dallarına dizilen kuşlar geceler ve günler boyunca bitmek bilmeyen şarkılar söyler, ağıtlarını da burada yakarlarmış. Vitasolos’un dallarına astıkları, yuvalarında sonsuz uykuya dalmış olan yakınlarını onun merhametine bırakırlar; ölülerini Batı Rüzgârı’na kapılıp yok olmaktan koruyan Vitasolos’a her an minnettarlıklarını sunarlarmış.

Okumaya devam et

Bizi Mahvettiler

Bizi mahvettiler Cevdet abi. Ufuktan ışıldayarak çıktılar açığa önce, umudumuzu yanlarına katıp ak atlar üzerinde koştular. Ormanlar boyunca, nehir bellerini aşarak, bulutları peşlerine takıp. Bizi doğurmaya gelir gibi. İçinde deniz analarının sefa sürdüğü, plastiğin zehirlediği bir sahil kıyısında.

Sonra üstümüze basıp geçtiler. Yanlış anlama, bedenimize değil, ciğerimize. O güzelim ormanları verdik ateşe önce, anamızın ak sütünü çekip aldılar ağzımızdan, anamızın rahmini bulutlara katıp ortadan kayboldular. Dönecek yer kalmadı. Mezarımıza tuz bastılar, suyumuza zehir.

Okumaya devam et

Hassasiyetler ve Zorbalık

 

Contemporary İstanbul’da sergilenen bir heykele yönelik gerçekleştirilen saldırı haberinden yola çıkarak ”hassasiyetler” meselesine büyüteç tutulmasının vaktinin gelmiş de geçiyor olduğu hissiyatı üzerine bu yazıyı kaleme alıyorum.

Ayrıntılı haber için link burada:

http://www.hurriyet.com.tr/contemporary-istanbula-abdulhamit-baskini-40267866

ekran-resmi-2016-11-04-15-31-38

Contemporary Istanbul’un konuyla ilişkin basın açıklaması ve söz konusu sanat eseri

Bir gün evvel, tramvay durağında hamile bir kadının bayılması sonucu yardımcı olmak isteyen erkeklere güvenlik görevlisinin ”erkekler tutmasın” talebinde bulunduğuna dair bir tweet paylaşılmıştı. Bu tweet üzerinden ”insanların hassasiyeti” konusunda bir sohbete dahil oldum. “En büyük rahatsızlığı bayıldığı sırada namahrem erkeklerin dokunması olacak birçok kadın tanıyorum”, “insanların bu yönde hassasiyetleri var” gibi cümleler okudum ve üzerlerine gerçekten uzun uzun düşündüm. Şimdiden söyleyeyim, büyük siyasi kuramlarla dolu bir yazı yazmayacağım, tamamen kişisel tecrübelerim, çıkarımlarım ve neden-sonuç ilişkilerim üzerinden ilerleyeceğim.

 

Hassasiyetler dediğimiz meseleye baktığımda, anladığım şey, bir kesim insanı “rahatsız eden” “herhangi” bir şey. Yani Contemporary İstanbul’da “halkın hassasiyetlerini kaşıyan” şey kadın bedeni üzerindeki Abdülhamid tasviriydi. Kadın bedeninin halkımızın her türlü hassasiyetini kaşımasına, hatta kadının bizatihi varlığının bir hassasiyet meselesine dönüşmesine aşinayız. Peki ya sağlık konusundaki hassasiyetler? Bir “namahrem”in dokunmasındansa ölmeyi tercih edecek insanların var olduğuna dair bir mention daha okudum, evet, çok anlayabileceğim bir konu değil, baştan kabul ediyorum, büyütülme biçimim, canlı yaşamını kutsal saymam ve her şeyin üzerinde tutmam gibi etkenler yanımda bayılan bir erkek olduğunda ilk düşündüğüm şeyin onun bir “namahrem” olmasına engel.

Ama daha da ilgi çekici bulduğum kısım “hassasiyetlerin tarafı” ve esasında tek taraflı biçimde uygulanışları. Contemporary İstanbul örneğinden ilerleyelim. Ben bir sanatsever olarak, bir sanat eserinin hassasiyetler nedeniyle kaldırılmasına veya herhangi bir müdahale görmesine karşı hassasiyet besliyorum. Bu noktada ne olacak? Bir kadının, hassasiyetleri nedeniyle, bir kadın doktor talep etmesi daha bireysel düzeyde bir mesele, ama bir sanat eserine müdahalenin boyutu her ne kadar “hassasiyet” temelli ortak bir çıkış noktası olsa da daha büyük ve hatta “evrensel”. Benim hassasiyetim, neye göre göz ardı ediliyor bu noktada? Neden görmezden geliniyor?

Yani kimin hassasiyeti, kim bu hassasiyetler savaşını kazanıyor? Hassasiyetler nasıl zorbalık boyutuna erişiyor? Bugün hamile bir kadının yardım görememesi, bir sanat eserinin müdahaleye maruz kalması şeklinde kendini gösteren bu hassasiyet-zorbalık denklemi ne ölçüde genişleyebilir ve nihai noktada nasıl sonuçlara neden olabilir?

Örneğin, diyelim ki, X bir halk var, malum çok kültürlü ve çok milletli bir toplumda yaşıyoruz, bu X halkına karşı hassasiyetleri kaşınan bir güruh bu halkın zarar görmesi zorbalığına sebebiyet verebilir mi? (Vermiyormuş gibi.) Kadınların başının açık olması ve hatta sosyal alanda varlık göstermesi “hassasiyetlerini kaşıyan”, “namahreme tepkili” bir güruh tarafından engellenebilir mi? (Buna niyet edilmiyormuş gibi.) Peki ya, sokakta özgürce gezemiyor olmaya hassasiyet geliştiren, kendi hassasiyet çemberi, örneğin, taciz edilmemeyi içeren kadınların hassasiyetleri neden bir sonuca erişmiyor? Demek ki, mesele, hassasiyetler değilmiş diyebilir miyiz hocam? Demek ki mesele çoğunluğu oluşturan bir güruhun taleplerine ayak uydurmayanı, kendisi gibi olmayanı, ötekileştirmekle kalmayıp var oluşunu tehdit etmesi diyebilir miyiz?

 

Bayılan hamile kadın örneği üzerinden gidelim, kadın tek başına, bir namahrem hassasiyeti var mı, bilmiyoruz, niyetimiz ona yardımcı olmak, bu niyeti muhakeme vaktimiz de yok, ne yapacağız? Üstüne basıp geçecek miyiz? Diyelim ki, kadının böyle bir hassasiyeti yok, fakat bu ihtimal göz önünde bulunduruluyor ve kadına yardım edilmiyor, bu eylemsizlik kadının hayatını etkileyecek bir şeye yol açtı, nasıl çıkacağız işin içinden? Etrafındaki halkın hassasiyetleri, kadının bireysel yaşamında bir yarık açtı, o zaman ne olacak?

 

“Halkın hassasiyetleri”nin “halkın zorbalığı” terimiyle yer değiştirmesinin çok uygun olduğunu düşünüyorum. Toplumsal dinamiklerimize üstünkörü bir göz attığımızda zorbalığı, kendisinden olmayı ve hatta kendisine en çok benzeyeni reddetmeyi çok seven bir toplumla iç içe yaşadığımız aşikâr. Bu “hassasiyetler” kelimesi sapasağlam bir minare kılıfı işlevi görüyor son zamanlarda. Linç edilen transseksüel birey için “halkın hassasiyetlerine zarar veriyor” denebiliyor, ötekini kabul etmemek, ötekileştirmek, yok etme eylemine kılıf olarak hassasiyetlerini gösteriyor ve bu hassasiyetler tek taraflı bir zulümle, evet, adeta bir zulümle hayata geçiriliyor, halkımız hassasiyetlerine sıkıca sarılıp sığ yaşamlarını sürdürmeye devam ediyorlar. Yetmiyor, hassasiyetleriyle karşısındaki alaşağı eden bu güruh nihai mağdur olarak sahnenin en önündeki yerini bırakmıyor. “Beni ötekileştiriyorsun”, “Benim değerlerime saygı duymuyorsun”, “Benim hassasiyetlerimi hiçe sayıyorsun” diyerek öldürdüğünü günah keçisi ilan ederek “Sırat Köprüsü”nü onun sırtında geçmeye meylediyor.

Konuyla ilgili çok daha uzun yazabilirim, ama bu konunun bir “sonuç” kısmı olabileceğine inanmıyorum. Bir arada yaşamak, “hassasiyetlere” tek taraflı boyun eğmek değildir, evrensel hakikatlere erişmek insanın –azınlık denebilecek bir kesimi içeren bir “insan” olsa da- tarihin ilk zamanlarından beri erişmeye çalıştığı bir nokta, çoğunlukçu doğrularla zarara uğratılması ise şahit olduğumuz tek taraf.

Bundan sonra “hassasiyet” kelimesinin “zorbalık” kelimesiyle değiştirilerek okunması dışında bir öneri sunamıyorum. Ne bu hikmete sahibim, ne bu çoğunluğun bir parçasıyım, ne de buna akıl sır erdirebilecek kansızlığa erişebildim.

4/11/2016

Lady Vitasolos

Sonunu Yazanın Bile Tahmin Etmediği, Saçı Röfleli, Dolgun Memeli, Manikürden Yeni Dönmüş Ruhsar Hanım’ın Hikayesi

A benim nazlı ceylanım, bu gencecik yaşta, bahar çağında yavrum, ne bu kılık kıyafet? Yüzüne kül mü üfürmüşler, sararıp solmuş çehren. Memişlerin yeni bitmiş gibi daha, her gece şerbetçi otunu sürüp adaçayını içiyor musun, benim yavrum? Erkek kısmısı memene bakar önce, çenelerini tutup da kaldırmadan gözünün rengini bilmezler. Kaç yıllık karıyım, ayol, ciğerlerini bilirim ben onların.

Çocuk esirgeme kurumu müdür yardımcısı sekreteri gibisin, kızım, mazallah. Çıkar gözlüklerini de kirpik görsün elalem, her sabah on kat cilalanıyorum da öyle çıkıyorum evden, endama hasret kalmış memleket, senin gibi kaknem karılar yüzünden. Gençliğini soldurma, atın çüküne kelebek kondurma, yavrum. Okumaya devam et

Her Gece Klozetin Başına Oturup Gelmişine Geçmişine Sifon Çeken Mualla’nın Hikayesi Olmayan Hikaye

Çık artık tuvaletten, Mualla, sifona bastıkça delikten aşağı yitip gitmiyor sevmediğin insanlar. Pişmanlıklar tuvalet kağıdı tutmuyor. Makyajını temizle de öyle uyu, iki gözüm. Mutluluk açık gözeneklerdedir. Ağdan gelmiş, ihmal etme. Bırak artık o şarabı, dönecek olsa gitmezdi. Kalk da yerine yat, yastığa düştü mü baş, hayır da şer de Allah’tan gelir.

Okumaya devam et